17 Aralık 2012 Pazartesi 0 yorum

Bizim İçin

   Otur bir sevgili, yorulmuşsundur. Ne çok bekledim ben seni. Kim bilir hangi diyarlardan geldin, ne yollardan geçip, ne kışlardan aşıp vardın yanıma. Üşümüşsündür; sarıl boynuma. Sarıl ki erisin buzların. Aksın yüreğimin orta yerine. Aksın da dinsin bu yüreğin aşk ateşi, sönsün. Sen bana kara kıştan çıkıp geldin; bense hasret cehenneminin azabından alev alev sana. Artık ne donmak olsun kışın soğuğundan, ne yanmak aşk hasreti ile bize. Sevgi ağaçları yeşersin; gönlümüzün baharıdır, dallarında aşk meyveleri büyüsün. Bizim için.

   Benimsin. Değerlimsin sen teksin. Paylaşamam ki bundandır kıskanırım seni. Sanki benim değilsin gibi, başkalarına sarılırsın gibi, başkası sana dokunur gibi. Kimselere görünme; bir bana bak, bir beni gör. Kimseye bir çift laf etme; bir bana konuş, bir beni söyle. Kimse yüzüne tebessüm etmesin, gül güzeli yüzün başkasına gülmesin; bir bize sevin, bir bize gül, bir bizle mutluluk girsin yüreğine. Bizim için.

   Birlikte geçeceğiz artık sevdiğim; sevda kayığı üstünde, hayat denizinin mutluluk kıyılarından. Fırtınalar da bulacak bizi. Derin sessizlikler. Sarsılacağız. Yine birlikte, yine yan yana. Üzüleceğiz, kıracağız birbirimizi. Oturup beraber, kırıldığımıza değil; kırdığımıza ağlayacağız.

   Seneler sürecek belki bu yolculuk. Kalacak mısın peki benimle? Fırtınalarda sımsıkı saracak mısın beni? Derin sessizliklere bağırıp meydan okur musun benimle? Kırdığında ağlar mısın bana? Hayat denizinde bir kayığı paylaşır mısın? Bizim için.


Hasan BULUT 
1 Aralık 2012 Cumartesi 0 yorum

Ayrılık Harbi

   Savaş ne kötü şeydir, savaşmak ne kadar berbat. Hep gözyaşı vardır, hep kan ile yıkanır meydanlar. Güç gösterisidir aslında bir anlamda. Biri diğerine; "Ben senden daha güçlüyüm!" der gibidir hep. Ama aslında bir güçlü yoktur ortada. Her iki taraf da güçsüz ve mağluptur. Biri diğerine boyun eğerek mağlup olur; öbürü ise kan döküp zalim olarak.

   "Çünkü zalim olmak değildir zafer. Zalim olan da meydanda yüreğini kaybeder."

   Ayrılık da bir savaş gibidir. Kendini güçlü zannedenin yüreğinde kurulur nefret siperleri. Güçsüz denilende ise fedakâr olma başlar. Aşk güçsüzün kalkanı olur, nefret siperlerinden ok gibi fırlayıp gelen sözlerin önünde kocaman durur.

   Çaresi yoktur ayrılığın. Savaşa çare olunmaz, çare bulunmaz. Bir boyun eğeni olacak, yanında bir de zalim çıkacak. Güçsüz ne kadar fedakârlık yaparsa yapsın, aşkı ne kadar kalkanı olursa olsun güçsüzdür. Her güçsüzün yaptığı gibi boynunu eğer. Zalimse kendini galip sanar; ama bilmez ki savaşların kazananları yoktur yüreklerde. Savaşlarda hiçbir tarafın yüzü gülmez. Gözyaşı, acı ve hüzün ortak noktasıdır her harbin.

   "Ayrılık da bir harp gibidir. Bir harp ki iki sevgilinin yüreğinde edilir."

Hasan BULUT 


Posted via Blogaway
30 Ekim 2012 Salı 0 yorum

Küçük Ali
"Sonun Başlangıcı"

   Kafasındaki tüm sorulara yanıt arıyordu. Katliamın apartmanına gitti. Apartman sakinlerinin ifadesini almak istedi. Bütün daireleri tek tek dolaştı Ahmet ile. Son kişi Ali Bey'di. Zile bastı Ahmet. Kapıyı sanki yıllardır güneş yüzü görmemiş bir adam açtı; sakalı 14-15 santim olmuş, üstü başı kir içinde, paslı bir evde kokmuş bir adam. "Ali Bey?" diye sordu Ahmet. Kısık, yorgun bir sesle; "Evet." dedi, "Ne istiyorsunuz benden?" Ahmet olanları izah etti ve içeri girdiler.

   Ali Bey eşi tarafından terk edilmiş, onu bırakıp gitmesine rağmen hâlâ eşini seven bir adam. Birbirlerini severek evlenmişler aslında. Eşi Canan da onu seviyormuş. Ali Bey'i terk etmesinin sebebi; her gün ondan yediği dayaklarmış. İçkisiz, kumarsız yapamamış Ali Bey. İçkisi, kumarı olanlardanmış. Sonunda onların yüzünden Canan'sız kalmış...

   "Ben yıllardır içine kapanık yaşayan bir adamım memur bey. O aile ile hiçbir kırgınlığım, onlara hiçbir kızgınlığım yoktu. Sizden öğrendim her şeyi. İnanın ben de üzüldüm. Canan'ım da severdi o aileyi. Adaşım olan çocuklarını da. Ali'm diye severdi onu. Bizim çocuğumuz olmuyordu. O da çocuk özlemini onunla dindirirdi."


   O anlatırken aşkları geçti aklından Kerem'in. O da sevdi. Bir; belki birkaç kez. Hepsinden de ya mesleği için vazgeçti yada mesleği yüzünden vazgeçildi. Ama o katı görünen yüzünün altında kocaman bir dünya vardı. Sevgi yüklü, duygu dolu.
  
   Anlattıkça ağladı Ali Bey; sustukça anlattı. Daha fazla dayanamadı ve kalktı yerinden; "Bu kadarı size yeter sanıyorum. Lütfen çıkın artık evimden." dedi. Kapıya doğru giderken dökülüyordu yaşlar gözünden. Bir şey daha vardı; Ali Bey yürürken aksıyordu bir bacağı. Kerem bunu görür görmez Ahmet'e gözleriyle emretti adeta. Ahmet taktı kelepçeleri. Karakola götürdüler Ali Bey'i. Oradan da hakim karşısına çıkarılmak için adliyeye. Ama hiç itiraz etmiyordu Ali Bey. “Ben suçsuzum!” demiyordu. Bu yüzden emindi Kerem kendinden hiç olmadığı kadar.

   O, adliyeye girerken; Kerem, Tarçın’la birlikte adliye kapısının tam karşısında, arabasının yanında onu izliyordu. Bir davayı daha sonuca kavuşturmanın mutluluğu; koca bir ailenin ise yok olmasının hüznü vardı yüreğinde. İki duyguyu da aynı anda hissediyordu sanki içinde.

   Derken bir telefon geldi...
   "Yakaladın mı beni komiser?"



Hasan BULUT

27 Ekim 2012 Cumartesi 1 yorum

"..." Diye Bir Şey Yok

   Hayatımıza kattığımız çoğu şey; başka başka kavramların, durumların, oluşumların yokluğundan ortaya çıkıyor aslında. Bunlardan en belirgin olanlarıdır belki; "Mutluluk, aşk, kavuşmak."

   "Mutluluk" diye bir şey yok.
   Mutsuzluklarımızın olmadığı zamanlarda mutluluktan bahsediyoruz. Ancak bizi mutsuz eden bir durum olmadığında mutlu oluyoruz. Kendimizi mutlu sayabilmek için mutsuzluklara karşı durmaya çalışıyoruz. Kısacası; insan mutluluğa varmıyor; mutsuzluktan gidiyor.

   Mutluluk diye bir şey yok. Mutluluk; mutsuzluğun yokluğudur.

   "Kavuşmak" diye bir şey yok.
   Özlüyoruz sevdiklerimizi. Hep onlarla geçerken hayat; bir bakıyoruz ki yoklar. Yollar giriyor araya. Gözünün önünde olmayanı, gönlünün içinde özlüyor insan. Her fırsatta koşup gitmek istiyor hasretinin yanına. Ayrılıklardan aşıp, uzakları geçip gitmek. Aşınca ayrılıkları, uzakları geçince insan; kavuştum diyor. Sarıldım işte sımsıkı. Oysaki onun yaptığı sadece hasreti dindirmek; çünkü

   Kavuşmak diye bir şey yok. Kavuşmak; hasretin, ayrılığın sonudur.

   "Aşk" diye bir şey yok.
   Sevgisiziz fazlasıyla. Bütün özlemimiz, bütün mutsuzluğumuz aslında bundan. Yalnızız çoğu zaman. Yanımızda kimsemiz yok gibi. Böyle olduğunda da düşünmeye başlıyoruz hemen; "Ne ki benim değerim?" "Kimin için değerliyim?" diye soruyoruz. Ama diğerlerinin aksine; sevgi diye bir şey var. O ki her şeyin olurunu sağlar.
   Eğer, şu sevgi dedikleri olmasaydı; mutsuzluğu yenemezdi insan yüreği. Eğer o olmasaydı; özleyeceği birini tutamazdı aklında. Sonunda ayrılıklardan aşıp, uzaklardan geçip gelmezdi.

   Aslına bakarsak; aşk diye bir şey yok.
   Aşk dediğin; varlığıdır sevginin...



Hasan BULUT
17 Ekim 2012 Çarşamba 0 yorum

Bir Ayrılık Hikayesi

   Ayrılık gelir girer 2 aşığın arasına, aklını çeler hep birinin; Ama hep birinin. Çünkü diğeri hep koşar aşkının ardından. Direnir sevdiği insana melek görünen o şeytana; Ayrılığa. Her direnen de kaybeder vesselam...

   Ayrılıktan sonrası bilindik; her saat dökülen, ardı arkası kesilmeyen gözyaşları. Onsuz kalbinin boşa attığını düşündüren, bir fotoğraf karesi yada bir söz ile hatırlanan anılar... Bitmiyor ama. İlk gecesinden, ilk ayından; belki ilk yılından. Bitmiyor çok seviyorsan. Kabullenmiyor çünkü insan. İnandıramıyor kendini bu koca aşkın bittiğine. O kadar çok seviyor ki bazen; yaşadığı bu heveslere ayrılık vakti geldiğinde "AŞK" diyebiliyor. Her an düşünüyor, her fırsatta takip ediyor hayatında neler olup bitiyor. Hangi insan o adı aşk konmuş kişiyle karşılaşma onuruna erişmiş? Hangi insan o yüzü görmüş, o sıcak ellerini tutmuş? Kıskanıyor işte. Ama yok; sahibi değil artık bu sevginin. Peki neden hissediyor onu yüreğinin en derinlerinde? O bitip gittiyse de artık başkasınınsa da; hâlâ "Benim." diyor, eskide kalsa da eski de olsa hâlâ sevgilim diyor insan.

   Zamanla nefret başlıyor. Kiminle konuşsa, kiminle gülse hayata, sen yanında yoksan eğer; koca bi' nefret besliyorsun. Tıpkı beslediğin o koca aşk gibi. Hâlâ sahipleniyorsun çünkü onu. Ve senden başkasıyla olmasın istiyorsun. Bir seninle uyusun, bir seninle uyansın. İzlediği filmlerde bir sen ol istiyorsun yanında. Bir sana gülsün, bir sana ağlasın. Bunlar olmadığı için o koca nefret sarıyor içini. O kendine başka kollar buluyor. Tamam diyorsun; "Keder uzak artık benden, hüzün bitti." Ama o kadar kolay olmuyor. Sökmeye çalışıyorsun kalbinden, çıkarıp atmaya. Ve bu da kanatıyor seni. Düşün işte; bir yaranın kabuklarını kavlamak gibi.

   Yaralar kapanıyor kavlana kavlana. Hüzün de son buluyor bir gün, keder de. Sevgi dediğin dokunulmaz, tertemiz, saf duyguya herkesi ortak etmemeye söz veriyorsun kendine. Heveslerinden geriye izler kalıyor yine...

   Bir klişe var hani; "Büyük aşklar kavgayla başlar."
   Doğrusu şu ki; "Büyük aşklar nefretle biter."

Blogum Dergisi "Ekim Sayısı" Yazım.
URL; http://issuu.com/blogum/docs/ekimsayisi/1 Sayfa 78-79


Hasan BULUT
26 Eylül 2012 Çarşamba 0 yorum

Gönül Kapısı

   Bir ümit, yürek bekler,
   Yoksun, atmaktan yorgun,
   Bir haber, yürek özler,
   Gel diye gözler yolun.

   Kimler geçtiyse şimdi,
   O güzel gözlerden,
   Kimler girdiyse şimdi,
   O gönülden içeri,
   Alma gönül kapından,
   Her kimse ki içeri.

Hasan BULUT


Posted via Blogaway
23 Eylül 2012 Pazar 0 yorum

Dost

   Anılar yıpratıyor her bir bakışta, her bir seste beni. Her köşede hep bir yaşanmışlık var senli. Hep bana özletmeye yetecek kadar seni. Geçtiğin bir yoldan geçerken, yürüdüğün bir sokakta yürürken attığın her adım gelip yüreğimin orta yerine oturuyor sanki. Yüreğimde karış karış dolaşıyorsun gibi. Adın zikrediliyor sanki her bir sözde. Yada ben adını duymaya çalışıyorum her sözde hep bir hevesle...

   İsminin aydınlığından mıdır, temizliğinden mi bilmiyorum, her yerde seni okuyorum; "O" eczanesi, "O" pastanesi, "O" kırtasiye, "O" sokak...

   Nereye baksam seni görüyorum karşımda. Her şey seni görmemi sağlıyor sanki bana inatla. Bir gün; "Unut!" dedi zor gün dostlarından biri. Dinledim, unutmayı denedim. "Sev!" dedi dost. Sanki sevince hepsi bitecekmiş gibi. Dinledim, denedim de sevmeyi; beceremedim... Hangi güzelin gözlerine baksam; senin gözlerin parladı yine. Hangisinin saçlarını okşasam; kanadı senin saçlarına alışmış avuçlarım. Öptüğüm dudaklarda yandım; senin dudakların olmayınca. Yapamadım, kimi sevmeye çalıştıysam ben seni gördüm. Seni gördükçe tekrar sevdim; unutamadım.

   Her yerde o varken ben yapamadım.
   "Olmadı dost; ben onu unutamadım."


Hasan BULUT
20 Eylül 2012 Perşembe 0 yorum

Küçük Ali
"Katil Kim?"

   Kerem, Nevzat Bey'in katil olduğuna inandıramıyordu kendini. Olayı kafasında tekrar yaşatıyordu. Kendi kendine düşünüyordu; "O bunu yapamaz. Kendi soy ağacında kalan son yaprakları koparıp atamaz. Hem Nevzat Bey çok yaşlı. Özcanlar ile kendi evinin arasındaki mesafeyi gecenin bir yarısında yürüyecek gücü olamaz. O yağmurun altında düşer kalır."

   Ertesi gün bir görgü tanığı geldi komiser Kerem'in odasına. O gece olan biteni mahalleli konuşurken duymuş ve öğrenmişti. Kerem;  "Anlat bakalım. Ne gördün, neye tanık oldun?" diye sordu. Kıvırcık saçlı, orta yaşlı, uzunca boy ve kahverengi gözlü adam anlatmaya başladı; "O gece söylenen saatte evimin salonundaydım. Televizyon izliyordum. Daha önce hiç duymadığım kadar sert bir ses ile gürlüyordu gök. Dışarı bakmak için cama yöneldim. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Bir adam çarptı o dakika gözüme. Arkasında da bir köpek. O kaçıyor; köpek kovalıyordu. Tam penceremin önünde yakaladı adamı. Tuttu paçasından ısırdı. Adam kurtulmak için çabaladı. Bir tekmeyle köpek yere düştü. Sanırım yaralıydı; ama o da adamı yaralamış görünüyordu. Sekerek uzaklaştığını gördüm adamın. Sol bacağı aksıyordu."dedi. Kerem sormaya devam etti; "Yüzünü görebildin mi?" dedi. "Çok karanlıktı komiserim. Dışarıda bir adam ve bir köpeğin olduğunu görebildim sadece." Sorular öyle devam etti. Artık Kerem'in elinde; Tarçın'ın diş izinin olduğu vücuda sahip bir adam vardı.

   Tanığın verdiği ifadeden sonra Nevzat Bey'in bu katliamı yaptığına artık hiç inanmiyordu komiser. Cesedinde olması gereken o diş izlerini kontrol etmek için gitti hemen. Kafasında açılan derin mermi boşluğu ile tekrar gözlerinin önüne getirdiler Nevzat Bey'i. Bacaklarını görmek istediğini söyledi. Yüzü kapatılıp bacakları açıldı. İçinde bir dua, bir dilek gibi o diş izlerini görmemeyi umut etti. Derin bir nefes aldı. Tedirgin baktı Nevzat Bey'in vücuduna. Yavaşça göz gezdirdi... Büyük bir huzur ile verdi; aldığı derin nefesi. Hiçbir yara izi yoktu vücutta. Nevzat Bey aranan katil değildi. Peki ama neden intihar etti? O silah o gece nasıl katilin eline geçti ve kullanıldı?


Hasan BULUT
4 Eylül 2012 Salı 0 yorum

Kaç Kahabat Var Özürlü?


   Fazlasıyla üzüyoruz kimseleri; aslında bizim için kimseden öte kişileri...

   Evet; insanoğlu zeki, insanoğlu ayrıcalıklı. O düşünür, o tasarlar, o yapar. O bahşedilen aklını
tasarımına yaraşır şekilde kullanır; ama aklının harikalığına kapılıp umursamadığı, aklından çıkan
ve bundandır kullanmayı pek beceremediği bir de kalbi vardır insanoğlunun.

   Her şeyi aklına danışır o zeki yaratık. Hep aklına yatanı yapmaya çalışır. Kalbi unuttu mu akıl, hep bir bencil çalışır, hep bir menfaatçi. En ufak bir karışıklıkta, bir kavgada onu düşünmeyen biri hep haksız olur. Ona hak vermeyen, onu haksız gören herkes haksız. Öyle bencil olur ki bazen, bütün kalbiyle ona sevgisini sunan bir insanı kendisi gibi düşünmediği için yargılar, düşüncesiz görüp bir kenara atar; sevginin kıymetini bilmez çünkü. O, kalbini aklının ona anlattığı kadarıyla bilir. Ve aklı hep ona aynı şeyleri söyler kalbi hakkında;

   “Sadece seni ayakta tutar o dört odalı; başka bir işe yaramaz.”

   Çevremizde engele sahip insanları görünce -Adına engel demişler; dünyada engellerin olmadığını bilmeden- onlara bir başka bakıyoruz, bir farklı yere koyuyoruz. Özür sahibi diyoruz utanmadan, onlara bir özür borçluyken. Onları sanki elinden bir iş gelmeyen, sanki akıl sahibi olmayan, düşünemeyen biri gibi görüyoruz. Hani her şeyimiz oldu ya bizim maddiyat, hani sadece mantıklı düşünmek ile sürdürüyoruz ya hayatımızı. O kişileri atıp bir kenara görmezden geliyoruz insanoğlunun doğumunda aklıyla birlikte gelen iğrenç üstünlük gösterişiyle. Hiç düşünmüyoruz ama onların kalbini bizden çok daha üstün beceriyle kullanabildiğini. O etrafa safça bakan, tertemiz gören gözlerini saflıktan ya da zekalarındaki gerilikten öte görmüyoruz. Oysaki onlar bizden çok daha insanlar. Kalbini aklından yüce gören varlıklar onlar. Aslında o gösteriş en çok onların hakkı eğer bilmiyor olsalar kötülüğünü, kalpleri alabilse o kötülüğü. Bilinse eğer kocaman kalplerinin ihtişamı; o ihtişam ki yerle bir eder aptalca gösterişlerimizi. 

   Tamam,
   Onların var bir engeli üzmeden önce kimseleri; kimseden öte bazı kişileri...
   Onların kabahatinden önce var bir özrü.
   Peki sen söyle duygu yoksunu, akıl düşkünü;
   Senin kaç kabahatin var özürlü? Kaçında diledin?

Hasan BULUT
28 Ağustos 2012 Salı 0 yorum

Hepsi Biraz Aşık


   Kimileri var ki hayatta her konuda, her işte bencil olur. Hep bir egoistlerdir. Onlara göre: onlar olmasa hayat bu akışını sürdüremez. Hayata ve başka insanlara hiçbir faydaları olmamalarına rağmen kendilerini hayatın odak noktası ederler. Bu türden insanların dışında, onlarla sadece şekil ve yaşamsal fonksiyonlar ile benzerliği olan insanlar da yok değil tabii. Yani kasettiğim bencilliği akıllarından tamamen atmış insanlar. Küçük bi’ istisna dışında…

   Bahsettiğim bu 2 insan tipinin bencillikte buluştuğu ortak tek nokta var; “AŞK.”
   Evet, aşk her insanın ortak bencilliği. İnsan birçok şeyi çokça sever hayatta; “Ailesini, işini, evini-arabasını…” gibi. Bu saydıklarımı, kimileri paylaşmayı kabullenemezken; kimisi de başkalarıyla paylaşabilir. Başkasının ailesini sevmesini sorun etmez örneğin. İşinin diğer insanlar tarafından beğenilmesi hoşuna gidebilir. Ama ortak nokta dedik ya hani; “AŞK” dedik hani. İşte orda tüm insanlık aynı bedene, aynı ruha bürünür adeta. Sanki gördüğünüz her yüz bir diğerinden biraz daha bencil olur…

   Hepsi aşk dediği insanı sadece kendi yanında olsun ister; bir aile özlemi gibi.
   Hepsi üstüne titrer aşk olduğu insanın; koruyup kolladığı evi-arabası gibi.

   Bir insana kalkıp bencillik ettiğini söyleyemez başka bir bencil. Herkesin bir bencilliği vardır çünkü. Hepimiz az çok tattık aşkı. Kimselerle paylaşmak istemedik sevdiğimiz insanı. Onu alıp çok uzaklara götürmeyi; çok uzaklarda, çok sevmeyi arzuladık. Birbirine sarılı kollarda, birbirimize sinmiş kokularda yaşlanmayı…

    Kısacası;
    Her insan bir bencil yada bir diğer şekilde; hepsi biraz aşık.


Hasan BULUT



10 Ağustos 2012 Cuma 0 yorum

Suçun değil; Cezan


   Bazen çıkıp bir kayanın üstüne düşünürsün; batmış günün sonunda ay ve yıldızlara bakıp. Sanki o karanlıkta bir onlar varmış gibi. Bir onlar senin yanında, bir onlar dostun senin. Anlatırsın onlara tüm derdini konuşmadan, sadece seyredersin; ama onlar anlar. Tüm acılarını bilirler. Neler çektiğini, neleri ne için göze aldığını. Kaç gece uyuyamayıp ağladığını bilirler; görmüşlerdir.

   Suçlu görürsün kendini. Hep bir hatalı. Sevmişsin birini; sanki bu bi’ suçmuş gibi. Anlamazsın ki suç değil bu, suçlu değilsin; sadece ceza çekensin. Aşık olmak senin cezan. Mutsuzluklarının cezası aslına bakarsan. Mutsuz kaldın sen hep, mutsuz ettin kendini. Hep umutsuzdun, hep karamsar. Sonunda hayat yargıladı seni. Ve kesilen ağır ceza; AŞIK OLMAK.

   Biliyordun bu sonu. Herkes gibi olacaktı sonu. Kim bilir, belki de sırf bunun için işledin bu koca suçları. Sırf aşkı istedin diye mutsuz ettin kendini. Sırf biri gelsin de mutlu etsin diye seni. Ama unuttuğun şeyler var sayın mahkum; cezasını çeken hiçbir suçlu mutlu olmaz, mutlu etmez hiçbir ceza suçlusunu. Aşık olmak da mutlu etmez seni. Aldanırsın, büyüsüne kapılırsın. Başta her şey çok güzel görünür gözüne. Yürümüyorsun da artık, uçuyorsun gibi hissedersin. Peki sonra? Bunları çıktıktan sonra ne var? Üzüntüler var, kırılganlıklar, pişmanlıklar, keşkeler, ayrılık var. Bunlarla sonunda yine mutsuzluk var vesselam. Hatırladın mı sayın mahkum, mutsuzluk ne getirir?
Cevabı basit; AŞIK OLMAK

   Bu böyle sürüp gidecek. Sen dertleşeceksin ay ve yıldızlarınla her gece. Sabahında yine bir ihbar telefonu hayat karakoluna; bu adam yine mutsuz. Yine biri gelip yakalayacak seni. Yine hapsolacaksın onun yüreğine. Orda yatacaksın cezanı. Orda aşık kalacaksın; Bir başka ayrılığa kadar…

   Unutma ki cezalar getirmez suçları; suçlarla gelir cezalar.
   Aşık olmak suçun değil; Cezan.


Hasan BULUT
7 Ağustos 2012 Salı 2 yorum

Bebek

   Açtın o güzel gözlerini bebek. Küçücük, yumuk yumuk ellerin. Günahsız daha tertemiz yüreğin. Kader düşmanın değil henüz. Üzülmezsin, üzemezsin kimseleri; daha miniciksin. Belki koca bir aşkın meyvesisin; belki tek gecelik bir sevişmişliğin bedeli. Ne olursa olsun kimsenin bir kabahatini, bir suçunu üstlenemezsin. Kaldıramaz ki yürekciğin...

   Kim bilir ne mutsuzluklar çıkacak karşına, ne kadar üzüleceksin kim bilir. Ne umutsuzluklara düşüp, ne küfürler edeceksin kader alçağına. İsyan edeceksin; "Neden?" diyeceksin. Neden ben diye düşüneceksin. Her şey ters gidiyor, hep bir aksilik var sanki. Tükeniyor gibi hissedeceksin, pes eder gibi. Tam da bırakacakken kendini; biri çıkacak karşına. Unutmak isteyeceksin bütün umutsuzlukları, mutsuzlukları. Onda arayacaksın umudu, mutluluğu. Heves edeceksin; sahiplenmek isteyecek. Ya o biri seni kendisine aşık edecek yada bir gecelik heves olacaksın; sabahına bitecek.

   Hayat bu küçüğüm. Suçlar var, cezaları boyundan büyük; aşklar var, hevesleri senden minik.

   Unutulmaz yaşananlar bebek. Diner belki sende kanattıkları yaraların acısı ama hep bir izdir kalır, artık acıtmasa bile gördükçe hatırlatır. Yapabileceğin tek şey; unutmak değil, kalan izlerine alışmaktır yaralarının. Sen de büyüyeceksin, belki bu adam gibi öğütler vereceksin senden sonrakilere. Sen de günahsız bir küçüğe hayat vereceksin. Belki koca bir aşkın meyvesi olacak; belki tek gecelik bir sevişmişliğin bedeli.



Hasan BULUT
31 Temmuz 2012 Salı 0 yorum

Küçük Ali
"Nevzat Bey"

   Tarçın’ı almadan önce katledilen Özcan ailesiyle ilgili bilgi toplamaya karar verdi Kerem. Ahmet’e Tüm yakınlarının araştırılmasını ve dosya edilip kendisine getirilmesini söyledi. Ahmet komiserinin emrini yerine getirdi. Ama pek araştırılacak, dosya haline getirilecek kişilere ve bilgilere ulaşamadı. Katledilen Özcan ailesinde Ali, annesi ve babasından geriye yalnızca bir kişi kalmıştı; Nevzat Bey.

   Nevzat Bey, küçük Ali’nin dedesiydi. Torununu çok severdi. Yaşlıydı. Bu sebepten oğlunun evine pek sık gidemezdi. Genelde Ali’yi, eşi Leyla’yı ve Tarçın’ı alıp o ziyarete gelirdi babasını. Leyla çok kez söylemişti Nevzat Bey’in bir huzurevine yatması gerektiğini; ama Ecevit bunu hiç kabul etmezdi. Belki de kabullenmezdi. Huzurevleri onun gözünde korkutucu bir yerdi; Belki…

   Nevzat Bey aşkı iyi bilirdi. Sadık bir aşıktı. Eşi Nalan Hanım’ı canından öte severdi. En ufak bir kırgınlığa sebep olmamış, aşık olduğu kadına bir kez olsun sesini bile yükseltmemişti. Onu kaybettiğinde Nalan değil; o ölmüştü sanki. O gitmişti…

   Komiser Kerem duyunca şaşırdı önce. Koskoca bir soyadın arkasında küçücük bir aile olması. Bu küçük ailenin de kalpsizliği büyük biri tarafından yok edilmesi onu daha da üzdü. Tarçın’ı alıp teslim etmek için Nevzat Bey’in evine gitti. Kapıyı çaldı, çaldı, çaldı… Nevzat Bey yaşlıydı. Duymuyor olabilir diye düşündü. Tekrar çaldı ve çaldı. Ama yok. En ufak bir kıpırtı, bir ses yok. Endişe sardı komiser Kerem’i. Hiç tanımadığı, tanışmadığı bir adam için endişelendi. Ahmet’i aradı. Kapıyı açtırdılar. İçeri girdiklerinde koca bir sessizlik vardı. “Çok sessiz değil mi?” Dedi Kerem. “Sanki kimse yaşamıyor gibi.”

   Tarçın birden koştu. Nevzat Bey’in odasına girdi. Onları da oraya çağırır gibi havladı 3 kez. Kerem ve Ahmet hemen yanına gittiler. Ama inanamadılar gördüklerine. Özcan ailesinin kalan son üyesi, son bireyi Nevzat Bey kanlar içinde yerdeydi. Elinde bir beylik tabancası… Tarçın yanıbaşındaydı Nevzat Bey’in. Ona veda eder gibi durdu, eğdi başını. Ona bir şeyler söylüyor gibi mırıldandı. Acı çeker gibi; ince ince…

   İyi ama zaten ömrünün sonlarına gelmiş bir adam, neden böyle bitirmek istesin bunca yıl yürüdüğü hayat yolunu? Çok düşündürdü bu ölüm Kerem’i. Düşün düşün işin içinden çıkamadı. Ortada aynı aileden bir intihar, bir katliam, 5 kurşun ve 1 silah vardı. Nevzat Bey’in elindeki silah olay yerinden inceleme için götürüldü.

   Yılların kazandırdığı tecrübesi ile olay yerini gözden geçirdi komiser. Cesetin etrafında gezindi, kurşunun kafaya saplanma açısına baktı; "İntihar." dedi. Ona göre Nevzat Bey’in intihar ettiği kesindi. Kerem kafasında bir sonuç elde etmiş gibiydi. Ona göre; Nevzat Bey, eşinden sonra geriye kalan, sahip olduğu o küçük aileyi kaybetmenin acısını kaldıramamıştı. Dayanamayıp intiharı seçmişti. Buraya kadar her şey Kerem’in düşüncelerine uyuyordu. Taa ki Küçük Ali’yi de hedef alan kurşunların balistik incelemeyle Nevzat Bey’in silahından çıktığı anlaşılana kadar…

   İnanamadı Kerem. “Nasıl olur?!” diye bağırıp duruyordu kendine, Ahmet’e. Elinde kalan tek varlığı, kendi soyadını taşıyan, bireyi olduğu bir aileyi nasıl yok edebilirdi bir adam? Nevzat Bey bunu nasıl yapabilirdi?


Hasan BULUT


Posted via Blogaway
24 Temmuz 2012 Salı 1 yorum

Küçük Ali
"Komiser Kerem"

   Komiser Kerem olay yerine ekipten bir süre sonra geldi. Olanlar hakkında bilgi aldı. Kim olduğu bilinmeyen bir adamın, gecenin bir saati, bir eve gelip küçük bir aileyi katlettiği oldu bütün öğrenebildiği. Eve girdi. Olay yerinde hala dün gece yaşananların izi tazeydi. Kapıdan içeri adım atar atmaz o küçücük bedeni gördü. Yüzüne baktı. Ağlamıştı. Yanaklarında ufaktan bir iz bırakmıştı bembeyaz yüzünde o baharın yeşili gözlerinden akıp süzülen tuzlu gözyaşı. Dayanamadı Kerem. Yıllardır yürüttüğü, sayısız ceset, kurşun ve kesik izleri gördüğü mesleğinde bu defa tutamadı kendini. Gözleri doldu; ama ağlamadı. Ağlayamazdı ki. Koskoca komiser, hiç ağlar mı, göz yaşı döker mi hiç? Duygusu olmaz ya hani. Hani onlar sert görünümlü, kalpsiz adamlar ya! Hani işleri hep cinayetler, işleri hep cesetlerdir ya!

   Olay yeri ekibine sinirinin etkisiyle; "Ne zamandır ışık altında kan izi taraması yapılıyor?" dedi. Bir memur; "Yeni geldik komiserim. Geldiğimizde açıktı." O eğilip Ali'nin yüzüne bakarken olay yerine ve kurbanlara ait bilgiler veriliyordu kulağına; "3 ceset. Biri erkek, 1.80 boylarında, kumral. Diğeri bir kadın. Esmer, 1.70 boylarında. Sonuncusu..." diye devam edecekken ekipten bir memur, sert bir şekilde kesti sözünü komiser; "Yeter!"   

   "Hepsinin ölümü neredeyse aynı şekilde komiserim. Göğüse tek kurşun. Tahminlerimiz önce anne ve babanın vurulduğu. Kurşunlar köpek ve çocuğa sıkılan kurşunlardan daha isabetli ve kritik. Ardından rastgele iki atış olmuş. Çocuk ve köpek o esnada vurulmuş. Bir boğuşma olmuş olabilir. Burdan yola çıkarsak; katilin tek başına hareket ettiğini ve bu işte yalnız olduğunu söyleyebiliriz komiserim."

   "Rapor halinde masamda istiyorum." dedi Kerem.

   Mermi kovanları toplandı. Balistik incelemeye gönderildi. Komiser Kerem evine döndüğünde tek istediği o gaddar, aşağılık herifin bulunmasıydı. Tek umudu o mermilerin çıktığı silahın daha önce kullanılmış olmasıydı. Bütün gece gözlerinin önünden gitmedi küçük Ali’nin yüzü. Küçük kalbinde açılan o yara. O yaranın acısına direnirken akıttığı gözyaşları… Nereye baksa gözlerinin önündeydi sanki. Sabaha kadar uyumadı, uyuyamadı. Kurdu kafasında o geceyi. Her başa aldığında içi bir kez daha yandı. Her seferinde bir kez daha vurdu sanki Ali'yi. Bu onun üzüntüsünü, sinirini katlandırıyordu içinde. Bütün kurguları bir araya getirdi tekrar. O geceye gitti. Katilin yerinde sanki o varmış gibi. Mırıldanıyordu bir yandan;

   "Saat çok geç. Sokakta göze çarpabilecek cani bir adam. Görülmemiş olabilir eve apartmana girerken. Ama işini iyi yaptığını düşünürsek, bu herif caniliğini toplum içinde saklayabilmekte de iyi olabilir. Normal biri gibi girdi belki içeri. Yukarı kadar çıktı. Daireye ulaşana kadar eldiven takamazdı. Muhtemelen asansörü kullanmadı. Asansör kapısında bırakacağı parmak izi yüzünden yakalanmak istemezdi böyle büyük bir katil. Böylelerinde egoist davranışlar en üst düzeyde olur! Kapıyı nasıl açtı? Nasıl açtı?" Delirmiş gibiydi Kerem. Hızlı hızlı tekrar edip durdu. Elinde 4 kurşundan gelecek balistik raporundan başka bir şeyi yoktu çünkü. Bir katili oynayıp olayı çözmeliydi. Gelirken getirdiği hüznü ve isyanını da koydu ceketinin cebine, geldiği gibi çıktı tekrar evinden. Bu cinayetin peşini bırakmamaya söz verir gibiydi yüzü.
   Olayın yaşandığı eve girdi. Oynatmaya başladı kafasında o geceyi ve oynamaya; "İçeri girince ne yaptı peki? Köpeği görmedi başta. Çabucak yatak odasına gitti. İki kurşun. Biri babaya biri anneye. Köpek üzerine geldi. Birden tepki verdiği için nişan alamadı. Köpek de çabuk davranıyordu. İki defa ateş etti üst üste garanti bir vuruş yapmak için. Belki de köşeye sıkıştığından. Çocuk o sırada her şeyden habersiz çıkmıştı odasından. Kurşunlardan biri köpeğin karnına diğeri de küçüğün tam kalbine geldi."

   Belki de istemeden vurdu diye düşündü Ali'yi. Küçücük bir çocuk. Köpek için indirilen namlu, Ali'nin boyuna da ancak inebilirdi. Bu düşüncelerden kafasını sallayıp kurtulmaya çalıştı. Her ne olursa olsun. O bir katildi.

   "Çocuk vurulduğunda bir eli salonun ışığını açan düğmedeydi. Yere düşerken açıldı. Bir çocuğu vurduğunu görünce panikledi mi? Yoksa fazla vakit kaybettiğinin farkında mıydı? Arkasında düşen köpeği unutup koştu. Belki de öldü sandı. Ama peşinden apartmanın kapısına kadar kovaladı onu belli ki." Sahipleri için o yara ile iki kat aşağı koşan, katilin peşine düşmüş o köpeği düşününce duyguları yine kalbini karıncalandırmaya başladı. Daha fazla bulunamadı orada.

   Karakola döndü. Masasına oturdu. Tek umudu olan balistik sonucunu istedi yardımcısı Ahmet’ten. Umut vardı belki ama Ali'nin o minik bedeninden bile küçük bir umut. Kerem böyle birinin burda hata yapmayacağını biliyordu.

   Ahmet raporu getirdi. Onun da yüzünde sinir ve hüzün hakimdi. Bu cinayet herkesi derinden etkilemişti. Cinayet değil bu seferki; bir aileyi yok eden kanlı bir katliam sanki. Gözlerine yansıyan o duygularla bıraktı raporu Komiser Kerem’in masasına. Göz göze geldiler komiseriyle. Kerem bir sonucu varılmadığını anlamıştı Ahmet’in gözlerinden. Yine de görevi, son kişi olarak o rapora bakmaktı. Rapora baktı ve tescil etti. Silah ile ilgili daha önce hiçbir kayda rastlanmamıştı. “Bu nasıl insan Ahmet? Hiç mi için acımadı be adam!” dedi. Konuşmak sanki içindeki öfkeyi bastırmaya yetecekmiş gibi.

   O anda bir memur girdi içeri. Müsaade isteyip getirdiği haberi söyledi komiserine;

   “Köpek uyanmış komiserim.”

Hasan BULUT
Posted via Blogaway


Posted via Blogaway
23 Temmuz 2012 Pazartesi 0 yorum

BEN değil ulan; BİZ!

   İnsanlar hata yapar. Hepsi de aslında bunun yeterince farkındadır. Farkındadır da söylemez kendine. Söyleyemez; Çünkü insanoğlu egoisttir fazlasıyla. Yanlışlarını görür her insan. Ama kendiyle gerçekleri konuşmaya cesareti olan çok az insan kabullenir yanlışını, kabahatini. Kesin olan bir şey var ki; hepsinin içinde bencilliğin var olduğudur.

   Düşünmek. Düşünmeli insan. Aptallıklar, aptalca hatalar yapmadan önce düşünmeli. Sinirlerine hakim kalıp 1 dakika düşünmek bile yeter bazen; eğer düşünmeyi bilirse. Bilirse diyorum; çünkü çevremizde düşündüğünü sanan o kadar bencil, o kadar düşüncesiz yaratıklar var ki düşünebildikleri konusunda bile şüpheye düşüyorum. Düşünmek ileriyi görmek, önüne bakmak ya da ne olacağım ben değildir. Düşünebilmek için bencilliği, ben demeyi bir kenara bırakmak gerekir. Düşünmek ne yapmalıyım değil; ne yapmalıyızdır. Bütün egolardan uzakta, birlikte bir şeyler yapabilmeyi istemek. Kötü giden bir olayda paçayı kurtarmak için kurulan kurnazca planları bırakıp iyiye sürüklemeyi arzu etmektir kendinle birlikte başkalarını.

   Düşünmeden yaşayan hep bir bencildir ve ya düşündüğünü sanan. Öyle ki yanında olan insanlar bile belki sevgisinden değil; yalnızlığı için yanındadırlar. Bencilliği için orada, sadece yalnız kalmak istemediğinden oradadırlar. Eğer karşılaşırsanız böyle biriyle bir gün bunları yüzüne söylemeyi bir deneyin. "Ben," diye söze başlayan bencil savunmasını dinleyin. Mesela; “Ben düşünüyorum, ben her şeyin iyi olması için uğraşıyorum. Ben elimden geleni yapıyorum.” gibi. Fazla gitmeyin üstüne. Merak etmeyin, her insan kendini bilir. O da farkındadır durumunun. Gurur diye bir şey uydurmuştur ama söyleyemez kendine. Siz sadece yardım etmeye çalışın. Öyle büyük bir yardım da değil; sadece hatırlatmak gibi. Bir farkındalık gibi...

“Ben değil ulan; Biz!”


Hasan BULUT
22 Temmuz 2012 Pazar 0 yorum

Küçük Ali
"Tarçın"

   Gecenin ilk saatlerinde. Yağmur gereğinden çok daha fazla yağmış. Sokaklarda kaldırımlar, gelen selle birlikte sanki yok olmuş gibi suyun altında kalmıştı. Yuvası, sahibi olmayan bir köpek var dışarıda. Yaralanmış belli, karnında açılmış koca bir yara var, akan kanı kızıla boyamış ayaklarını. Yağmur onu hiç umursamadan yağmaya devam ediyor, su bir düşman darbesi gibi vuruyor sırtına, dalga dalga… Titriyor. Belli ki üşümüş. Direnmeye çalışıyor suyun üstüne üstüne yürürken. Yürüdü, yürüdü… Sonunda bir kapının önüne atabildi kendini. Belki de orasıydı evi.

   Bir anlık aydınlandı Ali’nin yalnız olduğu odası. Bir anlık mavimsi, onu korkutan bir aydınlıkla. Kısık gözlerle uyumaya zorluyordu kendini. Ama o ışık yattığı yataktan doğrulttu onu. Yanı başındaki pencereden dışarı baktı küçük Ali. Belki 3, belki 5 yaşındaydı. Ama yüzünden anlaşılıyordu bu mavimsi ışıkla ilk kez tanıştığı. İlk kez görüyordu onu gökyüzünde bu kadar hırçın bu kadar kızgın… Birden kayboldu gökyüzünden o mavi, hırçın ve kızgın ışık. Bir gürültü koptu gökyüzünde en şiddetlisinden. Yatağında, yüzünde hissedilir bir tedirginlikle uyumaya çalışan Ali sarsıldı. Çok korktu. Giderken kapıyı sertçe vurmuştu anlaşılan bu mavi ışık.

   Hemen koştu Ali. Karanlıktan çok korkmuştu. Koşup odasının ışığını açtı. Kapıdan çıkıp 5 adım ötedeki odaya, anne ve babasının yanına gitmeye cesaret edemedi çünkü. Önce aydınlığa koştu; onu korkutan karanlığın karşısında.

   Işık açılınca durdu 1-2 dakika. Düşündü. O şey de neydi öyle? Neden kızmıştı bu kadar, neye? Mavi ışığın karanlıkla kavgası gibiydi sanki bu. Önce parladı bir alev gibi; ama mavimsi. Sonra çekip gitti bağıra çağıra, vurdu kapıyı çıktı. Karanlık kaldı yine gece ile. Ayrılan kim olursa olsun, ayrılık mutlu etmez ki ikisini de. Karanlık da mutlu olmadı bu ayrılıktan, olamadı. Önce ufaktan düştü damlalar derinliklerinden yeryüzüne, sonra kendinden geçti sanki. Durmadan ağlıyor gibiydi. Hiç durmadan.

   Ali camdan baktı. Karanlık, derdini ona anlatmak ister gibi odasının camına döküyordu yaşlarını. Dinler gibi oturdu yatağına, cama baktı baktı durdu. Birden Tarçın’ın sesi geldi. Havlıyordu. Tarçın’ın geceleri havladığı görülmemiş bir şeydi. Karnı aç bile olsa, başı dertte bile olsa, yaralanmış olsa yardıma ihtiyacı bile olsa havlamazdı o. Yine bir korku sardı içini küçük Ali’nin. Tarçın neden havlıyor diye düşünürken o ses geldi yine. Yine aynı şiddetinde, yine aynı gürültüsünde. Yine hırçın, yine kızgın o ses. Ama bu defa aydınlatmadı geceyi. Karanlıkla dosttu artık Ali, sırdaştı. Derdini dinlemiş sıkı bir dost. Korkmadı bu defa. Kapısını açıp daldı karanlığa. Tedirgin yürürken, gözlerini kısmış karanlıkta ne olduğunu anlamaya çalışırken bir daha o bağırış, o çığlık… Bir daha… Ve sonra bir daha… Sonuncusunu çok yakından hissetti. Sanki yüreğine işledi bu son çığlık. Bu son hırçın ve kızgın ses. Bir hamleyle açtı salonun ışığını küçük Ali. Açtı ve yere düştü. Karşısında ona tarifi edilmez bir yüz ifadesiyle bakan bir adam gördü. Hiç tanımadığı bir adam. Ne babasının ne de annesinin arkadaşına benziyordu. Bir acı hissetti. Küçük elini göğsüne götürdü. Gezdirdi küçük kalbinin üstünde. Bir sıcaklık hissetti tam da orada. Eline baktı. Kırmızıydı. Kan kırmızı.

   Sanki bu kez ayrılığı tadan Aliydi. Parıldayan ışığa baktı. Bir şey söyleyemedi. Sözler düğümlenmişti sanki boğazında. Aydınlık karanlığa dönüştü yavaş yavaş. Onu terk etti. Kapanırken gözleri, ufaktan düştü yaşlar yanaklarından. Aydınlıktan koparken dostu karanlık onu çağırdı yanına. Kapattı gözlerini karanlığın yanına gider gibi…

   Ali, annesi ve babası… Hepsi tek tek düştüler yere. Ayakta kalan biri vardı sadece. Tarçın. Tarçın havladığı anda eve giren adam telaş edip korkuyla bir köpeğe ateş edebilecek kadar yüreksizleşmişti. Tarçın’ın o cesur yüreği, havlayışındaki o korkusuzluk karşısındaki adamı yüreksiz, korkak biri haline getirmişti. Bu kesindi.

   Yaralanmıştı Tarçın. Ama hala koruma ve sadakat duygusu içinde, en yukarıdaydı. Acısını bir kenara itti sanki. Düştü kaçan korkağın peşine. Koştu koştu koşmasına ama en nihayetinde yaralıydı. Elinden gelen son şey onu sol ayağından ısırmak oldu. Bırakmadı onu. Sıktı çenesini… Yarasının kanaması git gide artıyordu. Dayanamadı. Düştü yere. Kaçtı yürek yoksunu. Kaçtı korkarak, seke seke… Tarçın kanayan yarasına rağmen kendini değil ailesini düşünüyor, suçluluk duygusu hissediyor gibiydi. İnce bir sesle ağlar gibi oldu sanki. Son bir güçle kalktı düştüğü yerden.

   Gecenin ilk saatlerinde. Yağmur gereğinden çok daha fazla yağmış. Sokaklarda kaldırımlar, gelen selle birlikte sanki yok olmuş gibi suyun altında kalmıştı. Yuvası, sahibi olmayan bir köpek var dışarıda. Yaralanmış belli, karnında açılmış koca bir yara var, akan kanı kızıla boyamış ayaklarını. Yağmur onu hiç umursamadan yağmaya devam ediyor, su bir düşman darbesi gibi vuruyor sırtına, dalga dalga… Titriyor. Belli ki üşümüş. Direnmeye çalışıyor suyun üstüne üstüne yürürken. Yürüdü, yürüdü… Sonunda bir kapının önüne atabildi kendini. Belki de orasıydı evi.

   Özcan Ailesi o gece sebebi bilinmez şekilde saldırıya uğradı. Polis olay yerine geldiğinde ölmek üzere olan bir köpekten ve mermi kovanlarından başka bir şey bulamadı. Tek umutları bu köpekti belli ki. Onu tedavi ettirdiler. Uyandığında neler havlayacak, kim bilir onları nereye götürecek!


Hasan BULUT
20 Temmuz 2012 Cuma 0 yorum

AŞK Olsun

   Hep üzgünsün. Hep bir mutsuz, hep bir kederli. Özlüyorsun hep. İçindesin küçücük bir odanın, dolaşıp
duruyorsun; sanki gidecek çok yer varmış gibi. Aynalara bakıyorsun; ama sen değilsin sanki. Başkası var. Başkasını görüyor gibisin. Hep özlediğin biri işte. Gecelerde izlediğin o ışıl ışıl yıldızlarda; derin bir
hasretle uykusuz kaldığın halde, yastığa başını koyduğunda duvarlarında gördüğün birisi. O işte. Aşık olmak işte. Aşık olmak isterse insan; tanımaz, bilmez onu. Sadece sever. Bir an, bir an birden bire sever işte. Sonra bir de bakmış aşık olmuş.
   Aşık olmak ile aşk olmayı karıştırmamalı. Aşık olmak kolay. Birini sevdikten sonra yapman gerekenler; özle, sevdiğini söyle, peşinden koş, yalvar, ağla, mutsuz ol. Bir şey daha var; onunla çok, çok fazla mutlu olma hayalleri kur. Kurdun mu? Tamam şimdi onların hiçbir şekilde gerçekleşmeyeceğini öğret kendine, hayat onsuz anlamsız olsun. Acılar çek; hiç çekilmemiş olanlarından. Bunları yaptın mı? Artık aşıksın o zaman.
   Peki aşk olmak ne?
   Aşk olmak birlikte özlemektir, hiç beklenmedik bir zamanlamayla aynı anda “seni seviyorum!” deyip gülebilmek, her buluşmada aynı hasretle birbirine koşmaktır, beraber yalvarmaktır sonsuz olsun diye, birlikte ağlayıp yalvarmak, sen mutsuzken onunda mutsuzluğunu hissedebilmesidir. Acılar yok olacak değil aşk oldu mu, acıyacak; ama aşık gibi acı çekmeyeceksin bir başına, birlikte canınız yanacak onunla. Birbirinizin saracaksınız yaralarını. Birlikte çok daha mutlu yarınlara söz verebilmektir aşk olmak; kader yalanına inat hep birlikte olmak.
   Aşık olma yada bekleme aşık olmasını, bırak aşk olsun…
Hasan BULUT

Posted via Blogaway
14 Temmuz 2012 Cumartesi 0 yorum

Gerekli Miydi?

   Sevemedim seni. Kıymeti de veremedim. Mutlu da olmadık ya. Gözlerin yalnız beni görürken ben başka gözlerdeydim, evet. Ama gerekli miydi gerçekten bu ayrılık? Deli gibi aşıktık ya hani. Hani biz farklıydık ya sevgilim. Şimdi nasıl oldu da diğerleri gibi ayrıldık?

   Mutlu, dertsiz, üzüntüsüz… Bizli yarınların hayallerini kurardık. Sen rüyanda gördüğün evimizi anlatırdın bana, bense o evde büyüteceğimiz, sana benzeyen kızımızı. Adını bile koymuştuk ya. İşte hepsinin bir hayal, bir rüya olduğunu hatırladım. Hatırlattı bu ayrılık.

   Heyecanlanırdım ama ayırmazdım gözlerimi gözlerinden. Sen utanırdın, bakmaya dayanamaz kaçırırdın gözlerini gözlerimden. Sımsıkı tutardın, yanında hep daha sıcak daha titrek ellerimi. Sen sardığında alışırlardı teninin soğukluğuna. Sen heyecanlandırır yine sen rahatlatırdın beni.

   Beraber gülerdik, sen ağladığında görmezdin ama ben içimde dökerdim yaşlarımı. Sen bilmezdin ama beraber ağlardık. Korkardım, gideceksin diye kendimi paralardım. Şimdi bakıyorum da… Gülmek, ağlamak, korkmak… Her duyguyu tattırmışsın bana. Seninle her şeyi tatmışım. Sanki hayatı sen de öğrenmiş gibi. Sanki sende yaşamışım.

          Sevgilim,
        Söyle bana, bu zamansız ayrılık neydi?
        Gerçekten gerekli miydi üzülmek şimdi?


Hasan BULUT
7 Temmuz 2012 Cumartesi 0 yorum

Yeter 2 Kelime

   Bir an öyle aklına gelirsem eğer. Hani olur da beni özlediğini hissedersen bir an. Söyleme bana tamam. Sen özle beni, özle yeter. Uzak düşersin benden. Tamam hiç haber etme senden, olur. Ama oralarda unutma beni sevdiğim. Unutma. Güzel gözlerinin önüne gelsin çirkin yüzüm. Hiç düşünmeden. Aklından bile geçirmeden, kalbinden geçip gelsin, dudaklarından dökülsün o 2 kelime; “Seni seviyorum.” De kendi kendine. Söylemesen de olur. O bana yeter. Korkuyorum çünkü. Korkuyorum yüreğimin yıkılan hayallermin altında kalmasından. Her an birlikte olmayı arzu ettiğimiz hayallerin.

   Umursama beni istersen, aldırma bile,

   Ama ben kalayım kalbinde,

   Şöyle küçücük, ufacık bi’ yerinde.

Hasan BULUT


Posted via Blogaway
5 Temmuz 2012 Perşembe 0 yorum

Hiç Kimse


              Korkar, ürkerim yalnız olmaktan,
         Hani bir kapıyı açar gibi,
         Bakmışım dünyalar benim olmuş,
         Sanki sen çıkıp gelmişsin gibi.

         Duymazsın ki sen beni bilirim,
         Umursamazsın beni, aldırmaz,
         Kalbinde yerli biri değilim,
         Sende bir yabancı, hiç kimseyim.


Hasan BULUT
23 Haziran 2012 Cumartesi 0 yorum

Korkacaksın Kaybetmekten

   Kaybetmekten korkacak insan, korkacak sevdiğini kaybetmekten, korkmalı. Onu kazandıktan sonra da yılmadan kazanmak için yaptığı gibi çabalamalı kaybetmemek için. Bir şeyi kazandıktan sonra her şey hallolmaz, bitmez ki. Asıl o zaman başlar. O zaman anlarsın hayatta sahip olduğun şeyin değerini. O zaman başlarsın hayatta bir şey kazanmanın sana kattığı bencilliği öğrenmeye. Onu herkesten sakınırsın. Kıskanırsın yüzüne değen her gözden, kulağına çarpan her sesten kıskanırsın. Ona güvenmemek de değildir ki bu kıskançlık dedikleri. Sadece... Sadece bana ait olsun, başkası görmesin, konuşmasın arzusudur.
Her sevenin içinde olan bir arzudur. Her aşığın içinde olan.

   Bu arzu içinde varsa eğer senin de; her şeyi yapacaksın sevdiğin için, aşkın için. Gerekirse kapısında da yatacaksın. Ne var ki bunda? Bi' köpek değilsin ki sen. Bi' bekçi değil ki; Aşıksın sen. Cefalar çekeceksin, üzüleceksin, ağlayacaksın, yanacaksın çoğu zaman aşkı ile. Ama sıkılmayacaksın, hatta mutlu bile olacaksın yandığına; Çünkü onun aşkının ateşi seni yakar da sen karanlıklarım aydınlanır sanırsın...

                   
         Aşkının odudur yakan içimi,         
         Yanar yüreğim, ateşi sönmez,         
         Yanar, yanar kurumuş dal gibi,         
         Rüzgar estikçe harlanır, küle dönmez...


Hasan BULUT
12 Haziran 2012 Salı 0 yorum

Arkadaş

   Bak arkadaş,
Geçmeyeceksin kendinden. Her dert gelir geçer bir gün, sen her dertten geçersin, ama kendinden geçmeyeceksin. Seversin, aşık olursun belki bir gün. Belki üzülürsün yine, bir  ton dert tasa çekersin, kavgalar edersin. Pişman olursun, keşke dersin. Keşke dersin ama geri getiremezsin hiçbir şeyi , hiçbir şey olmaz eskisi gibi. Sen yine kendini seveceksin, kendinden geçmeyeceksin. Ama seversen, aşık olursan belki bir gün, işte o aşık olduğun sen; sen o aşık olduğun olursun. O kendin; sen kendi olursun onun. Kavgalar, pişmanlıklar, keşkeler, hiçbiri üzmeye, mutsuz etmeye değmez kendini. Seveceksin; ama gitmeyeceksin, geçmeyeceksin kendinden.

   Yok arkadaş,
Yapamazsın “O”nsuz. Yaşanmaz ki hayat. Bir “O” bulacaksın, hayatını yaşanır kılacak. Her adını duyduğunda sana seslenirler gibi kulak kesileceksin. Her anlatılanı duymak isteyeceksin. Onun adının geçtiği her cümleyi kelime kelime duymak. Onu gördüğün zaman, gözleri seni alıp götürecek bambaşka yerlere. Ah bir de o seni görürse, görürse gözlerine dalgın bakışlarını. Bakıp bakıp gittiğini başka yerlere. Gözlerinin içine bakarsa bir. İşte o zaman erir bitersin. Damarlarında akan kanın her damlası gibi, akar gidersin. Yok arkadaş, aşık olacaksın. Hayat sana bunları tattırmaz. “O”nda tadacaksın hepsini.

   Ah arkadaş,
Bana bunları yazdırana baksana. Eğer gereği buysa, yazacaksam her satırda aşkımı, aşkım yazdıracaksa bana bu satırları; varsın yazdırsın, ben yazarım yeter ki aşkım bende kalsın. Bu ömrü güzel yapan aşk benle kalsın. Şimdi düşünüyorum da bir zamanlar o aşka inanmayan herif ben miyim? Vay arkadaş!

Hasan BULUT

Posted via Blogaway
 
Başka Nerde Yazar ki Bu Adam?

;