22 Temmuz 2012 Pazar

Küçük Ali
"Tarçın"

   Gecenin ilk saatlerinde. Yağmur gereğinden çok daha fazla yağmış. Sokaklarda kaldırımlar, gelen selle birlikte sanki yok olmuş gibi suyun altında kalmıştı. Yuvası, sahibi olmayan bir köpek var dışarıda. Yaralanmış belli, karnında açılmış koca bir yara var, akan kanı kızıla boyamış ayaklarını. Yağmur onu hiç umursamadan yağmaya devam ediyor, su bir düşman darbesi gibi vuruyor sırtına, dalga dalga… Titriyor. Belli ki üşümüş. Direnmeye çalışıyor suyun üstüne üstüne yürürken. Yürüdü, yürüdü… Sonunda bir kapının önüne atabildi kendini. Belki de orasıydı evi.

   Bir anlık aydınlandı Ali’nin yalnız olduğu odası. Bir anlık mavimsi, onu korkutan bir aydınlıkla. Kısık gözlerle uyumaya zorluyordu kendini. Ama o ışık yattığı yataktan doğrulttu onu. Yanı başındaki pencereden dışarı baktı küçük Ali. Belki 3, belki 5 yaşındaydı. Ama yüzünden anlaşılıyordu bu mavimsi ışıkla ilk kez tanıştığı. İlk kez görüyordu onu gökyüzünde bu kadar hırçın bu kadar kızgın… Birden kayboldu gökyüzünden o mavi, hırçın ve kızgın ışık. Bir gürültü koptu gökyüzünde en şiddetlisinden. Yatağında, yüzünde hissedilir bir tedirginlikle uyumaya çalışan Ali sarsıldı. Çok korktu. Giderken kapıyı sertçe vurmuştu anlaşılan bu mavi ışık.

   Hemen koştu Ali. Karanlıktan çok korkmuştu. Koşup odasının ışığını açtı. Kapıdan çıkıp 5 adım ötedeki odaya, anne ve babasının yanına gitmeye cesaret edemedi çünkü. Önce aydınlığa koştu; onu korkutan karanlığın karşısında.

   Işık açılınca durdu 1-2 dakika. Düşündü. O şey de neydi öyle? Neden kızmıştı bu kadar, neye? Mavi ışığın karanlıkla kavgası gibiydi sanki bu. Önce parladı bir alev gibi; ama mavimsi. Sonra çekip gitti bağıra çağıra, vurdu kapıyı çıktı. Karanlık kaldı yine gece ile. Ayrılan kim olursa olsun, ayrılık mutlu etmez ki ikisini de. Karanlık da mutlu olmadı bu ayrılıktan, olamadı. Önce ufaktan düştü damlalar derinliklerinden yeryüzüne, sonra kendinden geçti sanki. Durmadan ağlıyor gibiydi. Hiç durmadan.

   Ali camdan baktı. Karanlık, derdini ona anlatmak ister gibi odasının camına döküyordu yaşlarını. Dinler gibi oturdu yatağına, cama baktı baktı durdu. Birden Tarçın’ın sesi geldi. Havlıyordu. Tarçın’ın geceleri havladığı görülmemiş bir şeydi. Karnı aç bile olsa, başı dertte bile olsa, yaralanmış olsa yardıma ihtiyacı bile olsa havlamazdı o. Yine bir korku sardı içini küçük Ali’nin. Tarçın neden havlıyor diye düşünürken o ses geldi yine. Yine aynı şiddetinde, yine aynı gürültüsünde. Yine hırçın, yine kızgın o ses. Ama bu defa aydınlatmadı geceyi. Karanlıkla dosttu artık Ali, sırdaştı. Derdini dinlemiş sıkı bir dost. Korkmadı bu defa. Kapısını açıp daldı karanlığa. Tedirgin yürürken, gözlerini kısmış karanlıkta ne olduğunu anlamaya çalışırken bir daha o bağırış, o çığlık… Bir daha… Ve sonra bir daha… Sonuncusunu çok yakından hissetti. Sanki yüreğine işledi bu son çığlık. Bu son hırçın ve kızgın ses. Bir hamleyle açtı salonun ışığını küçük Ali. Açtı ve yere düştü. Karşısında ona tarifi edilmez bir yüz ifadesiyle bakan bir adam gördü. Hiç tanımadığı bir adam. Ne babasının ne de annesinin arkadaşına benziyordu. Bir acı hissetti. Küçük elini göğsüne götürdü. Gezdirdi küçük kalbinin üstünde. Bir sıcaklık hissetti tam da orada. Eline baktı. Kırmızıydı. Kan kırmızı.

   Sanki bu kez ayrılığı tadan Aliydi. Parıldayan ışığa baktı. Bir şey söyleyemedi. Sözler düğümlenmişti sanki boğazında. Aydınlık karanlığa dönüştü yavaş yavaş. Onu terk etti. Kapanırken gözleri, ufaktan düştü yaşlar yanaklarından. Aydınlıktan koparken dostu karanlık onu çağırdı yanına. Kapattı gözlerini karanlığın yanına gider gibi…

   Ali, annesi ve babası… Hepsi tek tek düştüler yere. Ayakta kalan biri vardı sadece. Tarçın. Tarçın havladığı anda eve giren adam telaş edip korkuyla bir köpeğe ateş edebilecek kadar yüreksizleşmişti. Tarçın’ın o cesur yüreği, havlayışındaki o korkusuzluk karşısındaki adamı yüreksiz, korkak biri haline getirmişti. Bu kesindi.

   Yaralanmıştı Tarçın. Ama hala koruma ve sadakat duygusu içinde, en yukarıdaydı. Acısını bir kenara itti sanki. Düştü kaçan korkağın peşine. Koştu koştu koşmasına ama en nihayetinde yaralıydı. Elinden gelen son şey onu sol ayağından ısırmak oldu. Bırakmadı onu. Sıktı çenesini… Yarasının kanaması git gide artıyordu. Dayanamadı. Düştü yere. Kaçtı yürek yoksunu. Kaçtı korkarak, seke seke… Tarçın kanayan yarasına rağmen kendini değil ailesini düşünüyor, suçluluk duygusu hissediyor gibiydi. İnce bir sesle ağlar gibi oldu sanki. Son bir güçle kalktı düştüğü yerden.

   Gecenin ilk saatlerinde. Yağmur gereğinden çok daha fazla yağmış. Sokaklarda kaldırımlar, gelen selle birlikte sanki yok olmuş gibi suyun altında kalmıştı. Yuvası, sahibi olmayan bir köpek var dışarıda. Yaralanmış belli, karnında açılmış koca bir yara var, akan kanı kızıla boyamış ayaklarını. Yağmur onu hiç umursamadan yağmaya devam ediyor, su bir düşman darbesi gibi vuruyor sırtına, dalga dalga… Titriyor. Belli ki üşümüş. Direnmeye çalışıyor suyun üstüne üstüne yürürken. Yürüdü, yürüdü… Sonunda bir kapının önüne atabildi kendini. Belki de orasıydı evi.

   Özcan Ailesi o gece sebebi bilinmez şekilde saldırıya uğradı. Polis olay yerine geldiğinde ölmek üzere olan bir köpekten ve mermi kovanlarından başka bir şey bulamadı. Tek umutları bu köpekti belli ki. Onu tedavi ettirdiler. Uyandığında neler havlayacak, kim bilir onları nereye götürecek!


Hasan BULUT

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Başka Nerde Yazar ki Bu Adam?

;