31 Temmuz 2012 Salı 0 yorum

Küçük Ali
"Nevzat Bey"

   Tarçın’ı almadan önce katledilen Özcan ailesiyle ilgili bilgi toplamaya karar verdi Kerem. Ahmet’e Tüm yakınlarının araştırılmasını ve dosya edilip kendisine getirilmesini söyledi. Ahmet komiserinin emrini yerine getirdi. Ama pek araştırılacak, dosya haline getirilecek kişilere ve bilgilere ulaşamadı. Katledilen Özcan ailesinde Ali, annesi ve babasından geriye yalnızca bir kişi kalmıştı; Nevzat Bey.

   Nevzat Bey, küçük Ali’nin dedesiydi. Torununu çok severdi. Yaşlıydı. Bu sebepten oğlunun evine pek sık gidemezdi. Genelde Ali’yi, eşi Leyla’yı ve Tarçın’ı alıp o ziyarete gelirdi babasını. Leyla çok kez söylemişti Nevzat Bey’in bir huzurevine yatması gerektiğini; ama Ecevit bunu hiç kabul etmezdi. Belki de kabullenmezdi. Huzurevleri onun gözünde korkutucu bir yerdi; Belki…

   Nevzat Bey aşkı iyi bilirdi. Sadık bir aşıktı. Eşi Nalan Hanım’ı canından öte severdi. En ufak bir kırgınlığa sebep olmamış, aşık olduğu kadına bir kez olsun sesini bile yükseltmemişti. Onu kaybettiğinde Nalan değil; o ölmüştü sanki. O gitmişti…

   Komiser Kerem duyunca şaşırdı önce. Koskoca bir soyadın arkasında küçücük bir aile olması. Bu küçük ailenin de kalpsizliği büyük biri tarafından yok edilmesi onu daha da üzdü. Tarçın’ı alıp teslim etmek için Nevzat Bey’in evine gitti. Kapıyı çaldı, çaldı, çaldı… Nevzat Bey yaşlıydı. Duymuyor olabilir diye düşündü. Tekrar çaldı ve çaldı. Ama yok. En ufak bir kıpırtı, bir ses yok. Endişe sardı komiser Kerem’i. Hiç tanımadığı, tanışmadığı bir adam için endişelendi. Ahmet’i aradı. Kapıyı açtırdılar. İçeri girdiklerinde koca bir sessizlik vardı. “Çok sessiz değil mi?” Dedi Kerem. “Sanki kimse yaşamıyor gibi.”

   Tarçın birden koştu. Nevzat Bey’in odasına girdi. Onları da oraya çağırır gibi havladı 3 kez. Kerem ve Ahmet hemen yanına gittiler. Ama inanamadılar gördüklerine. Özcan ailesinin kalan son üyesi, son bireyi Nevzat Bey kanlar içinde yerdeydi. Elinde bir beylik tabancası… Tarçın yanıbaşındaydı Nevzat Bey’in. Ona veda eder gibi durdu, eğdi başını. Ona bir şeyler söylüyor gibi mırıldandı. Acı çeker gibi; ince ince…

   İyi ama zaten ömrünün sonlarına gelmiş bir adam, neden böyle bitirmek istesin bunca yıl yürüdüğü hayat yolunu? Çok düşündürdü bu ölüm Kerem’i. Düşün düşün işin içinden çıkamadı. Ortada aynı aileden bir intihar, bir katliam, 5 kurşun ve 1 silah vardı. Nevzat Bey’in elindeki silah olay yerinden inceleme için götürüldü.

   Yılların kazandırdığı tecrübesi ile olay yerini gözden geçirdi komiser. Cesetin etrafında gezindi, kurşunun kafaya saplanma açısına baktı; "İntihar." dedi. Ona göre Nevzat Bey’in intihar ettiği kesindi. Kerem kafasında bir sonuç elde etmiş gibiydi. Ona göre; Nevzat Bey, eşinden sonra geriye kalan, sahip olduğu o küçük aileyi kaybetmenin acısını kaldıramamıştı. Dayanamayıp intiharı seçmişti. Buraya kadar her şey Kerem’in düşüncelerine uyuyordu. Taa ki Küçük Ali’yi de hedef alan kurşunların balistik incelemeyle Nevzat Bey’in silahından çıktığı anlaşılana kadar…

   İnanamadı Kerem. “Nasıl olur?!” diye bağırıp duruyordu kendine, Ahmet’e. Elinde kalan tek varlığı, kendi soyadını taşıyan, bireyi olduğu bir aileyi nasıl yok edebilirdi bir adam? Nevzat Bey bunu nasıl yapabilirdi?


Hasan BULUT


Posted via Blogaway
24 Temmuz 2012 Salı 1 yorum

Küçük Ali
"Komiser Kerem"

   Komiser Kerem olay yerine ekipten bir süre sonra geldi. Olanlar hakkında bilgi aldı. Kim olduğu bilinmeyen bir adamın, gecenin bir saati, bir eve gelip küçük bir aileyi katlettiği oldu bütün öğrenebildiği. Eve girdi. Olay yerinde hala dün gece yaşananların izi tazeydi. Kapıdan içeri adım atar atmaz o küçücük bedeni gördü. Yüzüne baktı. Ağlamıştı. Yanaklarında ufaktan bir iz bırakmıştı bembeyaz yüzünde o baharın yeşili gözlerinden akıp süzülen tuzlu gözyaşı. Dayanamadı Kerem. Yıllardır yürüttüğü, sayısız ceset, kurşun ve kesik izleri gördüğü mesleğinde bu defa tutamadı kendini. Gözleri doldu; ama ağlamadı. Ağlayamazdı ki. Koskoca komiser, hiç ağlar mı, göz yaşı döker mi hiç? Duygusu olmaz ya hani. Hani onlar sert görünümlü, kalpsiz adamlar ya! Hani işleri hep cinayetler, işleri hep cesetlerdir ya!

   Olay yeri ekibine sinirinin etkisiyle; "Ne zamandır ışık altında kan izi taraması yapılıyor?" dedi. Bir memur; "Yeni geldik komiserim. Geldiğimizde açıktı." O eğilip Ali'nin yüzüne bakarken olay yerine ve kurbanlara ait bilgiler veriliyordu kulağına; "3 ceset. Biri erkek, 1.80 boylarında, kumral. Diğeri bir kadın. Esmer, 1.70 boylarında. Sonuncusu..." diye devam edecekken ekipten bir memur, sert bir şekilde kesti sözünü komiser; "Yeter!"   

   "Hepsinin ölümü neredeyse aynı şekilde komiserim. Göğüse tek kurşun. Tahminlerimiz önce anne ve babanın vurulduğu. Kurşunlar köpek ve çocuğa sıkılan kurşunlardan daha isabetli ve kritik. Ardından rastgele iki atış olmuş. Çocuk ve köpek o esnada vurulmuş. Bir boğuşma olmuş olabilir. Burdan yola çıkarsak; katilin tek başına hareket ettiğini ve bu işte yalnız olduğunu söyleyebiliriz komiserim."

   "Rapor halinde masamda istiyorum." dedi Kerem.

   Mermi kovanları toplandı. Balistik incelemeye gönderildi. Komiser Kerem evine döndüğünde tek istediği o gaddar, aşağılık herifin bulunmasıydı. Tek umudu o mermilerin çıktığı silahın daha önce kullanılmış olmasıydı. Bütün gece gözlerinin önünden gitmedi küçük Ali’nin yüzü. Küçük kalbinde açılan o yara. O yaranın acısına direnirken akıttığı gözyaşları… Nereye baksa gözlerinin önündeydi sanki. Sabaha kadar uyumadı, uyuyamadı. Kurdu kafasında o geceyi. Her başa aldığında içi bir kez daha yandı. Her seferinde bir kez daha vurdu sanki Ali'yi. Bu onun üzüntüsünü, sinirini katlandırıyordu içinde. Bütün kurguları bir araya getirdi tekrar. O geceye gitti. Katilin yerinde sanki o varmış gibi. Mırıldanıyordu bir yandan;

   "Saat çok geç. Sokakta göze çarpabilecek cani bir adam. Görülmemiş olabilir eve apartmana girerken. Ama işini iyi yaptığını düşünürsek, bu herif caniliğini toplum içinde saklayabilmekte de iyi olabilir. Normal biri gibi girdi belki içeri. Yukarı kadar çıktı. Daireye ulaşana kadar eldiven takamazdı. Muhtemelen asansörü kullanmadı. Asansör kapısında bırakacağı parmak izi yüzünden yakalanmak istemezdi böyle büyük bir katil. Böylelerinde egoist davranışlar en üst düzeyde olur! Kapıyı nasıl açtı? Nasıl açtı?" Delirmiş gibiydi Kerem. Hızlı hızlı tekrar edip durdu. Elinde 4 kurşundan gelecek balistik raporundan başka bir şeyi yoktu çünkü. Bir katili oynayıp olayı çözmeliydi. Gelirken getirdiği hüznü ve isyanını da koydu ceketinin cebine, geldiği gibi çıktı tekrar evinden. Bu cinayetin peşini bırakmamaya söz verir gibiydi yüzü.
   Olayın yaşandığı eve girdi. Oynatmaya başladı kafasında o geceyi ve oynamaya; "İçeri girince ne yaptı peki? Köpeği görmedi başta. Çabucak yatak odasına gitti. İki kurşun. Biri babaya biri anneye. Köpek üzerine geldi. Birden tepki verdiği için nişan alamadı. Köpek de çabuk davranıyordu. İki defa ateş etti üst üste garanti bir vuruş yapmak için. Belki de köşeye sıkıştığından. Çocuk o sırada her şeyden habersiz çıkmıştı odasından. Kurşunlardan biri köpeğin karnına diğeri de küçüğün tam kalbine geldi."

   Belki de istemeden vurdu diye düşündü Ali'yi. Küçücük bir çocuk. Köpek için indirilen namlu, Ali'nin boyuna da ancak inebilirdi. Bu düşüncelerden kafasını sallayıp kurtulmaya çalıştı. Her ne olursa olsun. O bir katildi.

   "Çocuk vurulduğunda bir eli salonun ışığını açan düğmedeydi. Yere düşerken açıldı. Bir çocuğu vurduğunu görünce panikledi mi? Yoksa fazla vakit kaybettiğinin farkında mıydı? Arkasında düşen köpeği unutup koştu. Belki de öldü sandı. Ama peşinden apartmanın kapısına kadar kovaladı onu belli ki." Sahipleri için o yara ile iki kat aşağı koşan, katilin peşine düşmüş o köpeği düşününce duyguları yine kalbini karıncalandırmaya başladı. Daha fazla bulunamadı orada.

   Karakola döndü. Masasına oturdu. Tek umudu olan balistik sonucunu istedi yardımcısı Ahmet’ten. Umut vardı belki ama Ali'nin o minik bedeninden bile küçük bir umut. Kerem böyle birinin burda hata yapmayacağını biliyordu.

   Ahmet raporu getirdi. Onun da yüzünde sinir ve hüzün hakimdi. Bu cinayet herkesi derinden etkilemişti. Cinayet değil bu seferki; bir aileyi yok eden kanlı bir katliam sanki. Gözlerine yansıyan o duygularla bıraktı raporu Komiser Kerem’in masasına. Göz göze geldiler komiseriyle. Kerem bir sonucu varılmadığını anlamıştı Ahmet’in gözlerinden. Yine de görevi, son kişi olarak o rapora bakmaktı. Rapora baktı ve tescil etti. Silah ile ilgili daha önce hiçbir kayda rastlanmamıştı. “Bu nasıl insan Ahmet? Hiç mi için acımadı be adam!” dedi. Konuşmak sanki içindeki öfkeyi bastırmaya yetecekmiş gibi.

   O anda bir memur girdi içeri. Müsaade isteyip getirdiği haberi söyledi komiserine;

   “Köpek uyanmış komiserim.”

Hasan BULUT
Posted via Blogaway


Posted via Blogaway
23 Temmuz 2012 Pazartesi 0 yorum

BEN değil ulan; BİZ!

   İnsanlar hata yapar. Hepsi de aslında bunun yeterince farkındadır. Farkındadır da söylemez kendine. Söyleyemez; Çünkü insanoğlu egoisttir fazlasıyla. Yanlışlarını görür her insan. Ama kendiyle gerçekleri konuşmaya cesareti olan çok az insan kabullenir yanlışını, kabahatini. Kesin olan bir şey var ki; hepsinin içinde bencilliğin var olduğudur.

   Düşünmek. Düşünmeli insan. Aptallıklar, aptalca hatalar yapmadan önce düşünmeli. Sinirlerine hakim kalıp 1 dakika düşünmek bile yeter bazen; eğer düşünmeyi bilirse. Bilirse diyorum; çünkü çevremizde düşündüğünü sanan o kadar bencil, o kadar düşüncesiz yaratıklar var ki düşünebildikleri konusunda bile şüpheye düşüyorum. Düşünmek ileriyi görmek, önüne bakmak ya da ne olacağım ben değildir. Düşünebilmek için bencilliği, ben demeyi bir kenara bırakmak gerekir. Düşünmek ne yapmalıyım değil; ne yapmalıyızdır. Bütün egolardan uzakta, birlikte bir şeyler yapabilmeyi istemek. Kötü giden bir olayda paçayı kurtarmak için kurulan kurnazca planları bırakıp iyiye sürüklemeyi arzu etmektir kendinle birlikte başkalarını.

   Düşünmeden yaşayan hep bir bencildir ve ya düşündüğünü sanan. Öyle ki yanında olan insanlar bile belki sevgisinden değil; yalnızlığı için yanındadırlar. Bencilliği için orada, sadece yalnız kalmak istemediğinden oradadırlar. Eğer karşılaşırsanız böyle biriyle bir gün bunları yüzüne söylemeyi bir deneyin. "Ben," diye söze başlayan bencil savunmasını dinleyin. Mesela; “Ben düşünüyorum, ben her şeyin iyi olması için uğraşıyorum. Ben elimden geleni yapıyorum.” gibi. Fazla gitmeyin üstüne. Merak etmeyin, her insan kendini bilir. O da farkındadır durumunun. Gurur diye bir şey uydurmuştur ama söyleyemez kendine. Siz sadece yardım etmeye çalışın. Öyle büyük bir yardım da değil; sadece hatırlatmak gibi. Bir farkındalık gibi...

“Ben değil ulan; Biz!”


Hasan BULUT
22 Temmuz 2012 Pazar 0 yorum

Küçük Ali
"Tarçın"

   Gecenin ilk saatlerinde. Yağmur gereğinden çok daha fazla yağmış. Sokaklarda kaldırımlar, gelen selle birlikte sanki yok olmuş gibi suyun altında kalmıştı. Yuvası, sahibi olmayan bir köpek var dışarıda. Yaralanmış belli, karnında açılmış koca bir yara var, akan kanı kızıla boyamış ayaklarını. Yağmur onu hiç umursamadan yağmaya devam ediyor, su bir düşman darbesi gibi vuruyor sırtına, dalga dalga… Titriyor. Belli ki üşümüş. Direnmeye çalışıyor suyun üstüne üstüne yürürken. Yürüdü, yürüdü… Sonunda bir kapının önüne atabildi kendini. Belki de orasıydı evi.

   Bir anlık aydınlandı Ali’nin yalnız olduğu odası. Bir anlık mavimsi, onu korkutan bir aydınlıkla. Kısık gözlerle uyumaya zorluyordu kendini. Ama o ışık yattığı yataktan doğrulttu onu. Yanı başındaki pencereden dışarı baktı küçük Ali. Belki 3, belki 5 yaşındaydı. Ama yüzünden anlaşılıyordu bu mavimsi ışıkla ilk kez tanıştığı. İlk kez görüyordu onu gökyüzünde bu kadar hırçın bu kadar kızgın… Birden kayboldu gökyüzünden o mavi, hırçın ve kızgın ışık. Bir gürültü koptu gökyüzünde en şiddetlisinden. Yatağında, yüzünde hissedilir bir tedirginlikle uyumaya çalışan Ali sarsıldı. Çok korktu. Giderken kapıyı sertçe vurmuştu anlaşılan bu mavi ışık.

   Hemen koştu Ali. Karanlıktan çok korkmuştu. Koşup odasının ışığını açtı. Kapıdan çıkıp 5 adım ötedeki odaya, anne ve babasının yanına gitmeye cesaret edemedi çünkü. Önce aydınlığa koştu; onu korkutan karanlığın karşısında.

   Işık açılınca durdu 1-2 dakika. Düşündü. O şey de neydi öyle? Neden kızmıştı bu kadar, neye? Mavi ışığın karanlıkla kavgası gibiydi sanki bu. Önce parladı bir alev gibi; ama mavimsi. Sonra çekip gitti bağıra çağıra, vurdu kapıyı çıktı. Karanlık kaldı yine gece ile. Ayrılan kim olursa olsun, ayrılık mutlu etmez ki ikisini de. Karanlık da mutlu olmadı bu ayrılıktan, olamadı. Önce ufaktan düştü damlalar derinliklerinden yeryüzüne, sonra kendinden geçti sanki. Durmadan ağlıyor gibiydi. Hiç durmadan.

   Ali camdan baktı. Karanlık, derdini ona anlatmak ister gibi odasının camına döküyordu yaşlarını. Dinler gibi oturdu yatağına, cama baktı baktı durdu. Birden Tarçın’ın sesi geldi. Havlıyordu. Tarçın’ın geceleri havladığı görülmemiş bir şeydi. Karnı aç bile olsa, başı dertte bile olsa, yaralanmış olsa yardıma ihtiyacı bile olsa havlamazdı o. Yine bir korku sardı içini küçük Ali’nin. Tarçın neden havlıyor diye düşünürken o ses geldi yine. Yine aynı şiddetinde, yine aynı gürültüsünde. Yine hırçın, yine kızgın o ses. Ama bu defa aydınlatmadı geceyi. Karanlıkla dosttu artık Ali, sırdaştı. Derdini dinlemiş sıkı bir dost. Korkmadı bu defa. Kapısını açıp daldı karanlığa. Tedirgin yürürken, gözlerini kısmış karanlıkta ne olduğunu anlamaya çalışırken bir daha o bağırış, o çığlık… Bir daha… Ve sonra bir daha… Sonuncusunu çok yakından hissetti. Sanki yüreğine işledi bu son çığlık. Bu son hırçın ve kızgın ses. Bir hamleyle açtı salonun ışığını küçük Ali. Açtı ve yere düştü. Karşısında ona tarifi edilmez bir yüz ifadesiyle bakan bir adam gördü. Hiç tanımadığı bir adam. Ne babasının ne de annesinin arkadaşına benziyordu. Bir acı hissetti. Küçük elini göğsüne götürdü. Gezdirdi küçük kalbinin üstünde. Bir sıcaklık hissetti tam da orada. Eline baktı. Kırmızıydı. Kan kırmızı.

   Sanki bu kez ayrılığı tadan Aliydi. Parıldayan ışığa baktı. Bir şey söyleyemedi. Sözler düğümlenmişti sanki boğazında. Aydınlık karanlığa dönüştü yavaş yavaş. Onu terk etti. Kapanırken gözleri, ufaktan düştü yaşlar yanaklarından. Aydınlıktan koparken dostu karanlık onu çağırdı yanına. Kapattı gözlerini karanlığın yanına gider gibi…

   Ali, annesi ve babası… Hepsi tek tek düştüler yere. Ayakta kalan biri vardı sadece. Tarçın. Tarçın havladığı anda eve giren adam telaş edip korkuyla bir köpeğe ateş edebilecek kadar yüreksizleşmişti. Tarçın’ın o cesur yüreği, havlayışındaki o korkusuzluk karşısındaki adamı yüreksiz, korkak biri haline getirmişti. Bu kesindi.

   Yaralanmıştı Tarçın. Ama hala koruma ve sadakat duygusu içinde, en yukarıdaydı. Acısını bir kenara itti sanki. Düştü kaçan korkağın peşine. Koştu koştu koşmasına ama en nihayetinde yaralıydı. Elinden gelen son şey onu sol ayağından ısırmak oldu. Bırakmadı onu. Sıktı çenesini… Yarasının kanaması git gide artıyordu. Dayanamadı. Düştü yere. Kaçtı yürek yoksunu. Kaçtı korkarak, seke seke… Tarçın kanayan yarasına rağmen kendini değil ailesini düşünüyor, suçluluk duygusu hissediyor gibiydi. İnce bir sesle ağlar gibi oldu sanki. Son bir güçle kalktı düştüğü yerden.

   Gecenin ilk saatlerinde. Yağmur gereğinden çok daha fazla yağmış. Sokaklarda kaldırımlar, gelen selle birlikte sanki yok olmuş gibi suyun altında kalmıştı. Yuvası, sahibi olmayan bir köpek var dışarıda. Yaralanmış belli, karnında açılmış koca bir yara var, akan kanı kızıla boyamış ayaklarını. Yağmur onu hiç umursamadan yağmaya devam ediyor, su bir düşman darbesi gibi vuruyor sırtına, dalga dalga… Titriyor. Belli ki üşümüş. Direnmeye çalışıyor suyun üstüne üstüne yürürken. Yürüdü, yürüdü… Sonunda bir kapının önüne atabildi kendini. Belki de orasıydı evi.

   Özcan Ailesi o gece sebebi bilinmez şekilde saldırıya uğradı. Polis olay yerine geldiğinde ölmek üzere olan bir köpekten ve mermi kovanlarından başka bir şey bulamadı. Tek umutları bu köpekti belli ki. Onu tedavi ettirdiler. Uyandığında neler havlayacak, kim bilir onları nereye götürecek!


Hasan BULUT
20 Temmuz 2012 Cuma 0 yorum

AŞK Olsun

   Hep üzgünsün. Hep bir mutsuz, hep bir kederli. Özlüyorsun hep. İçindesin küçücük bir odanın, dolaşıp
duruyorsun; sanki gidecek çok yer varmış gibi. Aynalara bakıyorsun; ama sen değilsin sanki. Başkası var. Başkasını görüyor gibisin. Hep özlediğin biri işte. Gecelerde izlediğin o ışıl ışıl yıldızlarda; derin bir
hasretle uykusuz kaldığın halde, yastığa başını koyduğunda duvarlarında gördüğün birisi. O işte. Aşık olmak işte. Aşık olmak isterse insan; tanımaz, bilmez onu. Sadece sever. Bir an, bir an birden bire sever işte. Sonra bir de bakmış aşık olmuş.
   Aşık olmak ile aşk olmayı karıştırmamalı. Aşık olmak kolay. Birini sevdikten sonra yapman gerekenler; özle, sevdiğini söyle, peşinden koş, yalvar, ağla, mutsuz ol. Bir şey daha var; onunla çok, çok fazla mutlu olma hayalleri kur. Kurdun mu? Tamam şimdi onların hiçbir şekilde gerçekleşmeyeceğini öğret kendine, hayat onsuz anlamsız olsun. Acılar çek; hiç çekilmemiş olanlarından. Bunları yaptın mı? Artık aşıksın o zaman.
   Peki aşk olmak ne?
   Aşk olmak birlikte özlemektir, hiç beklenmedik bir zamanlamayla aynı anda “seni seviyorum!” deyip gülebilmek, her buluşmada aynı hasretle birbirine koşmaktır, beraber yalvarmaktır sonsuz olsun diye, birlikte ağlayıp yalvarmak, sen mutsuzken onunda mutsuzluğunu hissedebilmesidir. Acılar yok olacak değil aşk oldu mu, acıyacak; ama aşık gibi acı çekmeyeceksin bir başına, birlikte canınız yanacak onunla. Birbirinizin saracaksınız yaralarını. Birlikte çok daha mutlu yarınlara söz verebilmektir aşk olmak; kader yalanına inat hep birlikte olmak.
   Aşık olma yada bekleme aşık olmasını, bırak aşk olsun…
Hasan BULUT

Posted via Blogaway
14 Temmuz 2012 Cumartesi 0 yorum

Gerekli Miydi?

   Sevemedim seni. Kıymeti de veremedim. Mutlu da olmadık ya. Gözlerin yalnız beni görürken ben başka gözlerdeydim, evet. Ama gerekli miydi gerçekten bu ayrılık? Deli gibi aşıktık ya hani. Hani biz farklıydık ya sevgilim. Şimdi nasıl oldu da diğerleri gibi ayrıldık?

   Mutlu, dertsiz, üzüntüsüz… Bizli yarınların hayallerini kurardık. Sen rüyanda gördüğün evimizi anlatırdın bana, bense o evde büyüteceğimiz, sana benzeyen kızımızı. Adını bile koymuştuk ya. İşte hepsinin bir hayal, bir rüya olduğunu hatırladım. Hatırlattı bu ayrılık.

   Heyecanlanırdım ama ayırmazdım gözlerimi gözlerinden. Sen utanırdın, bakmaya dayanamaz kaçırırdın gözlerini gözlerimden. Sımsıkı tutardın, yanında hep daha sıcak daha titrek ellerimi. Sen sardığında alışırlardı teninin soğukluğuna. Sen heyecanlandırır yine sen rahatlatırdın beni.

   Beraber gülerdik, sen ağladığında görmezdin ama ben içimde dökerdim yaşlarımı. Sen bilmezdin ama beraber ağlardık. Korkardım, gideceksin diye kendimi paralardım. Şimdi bakıyorum da… Gülmek, ağlamak, korkmak… Her duyguyu tattırmışsın bana. Seninle her şeyi tatmışım. Sanki hayatı sen de öğrenmiş gibi. Sanki sende yaşamışım.

          Sevgilim,
        Söyle bana, bu zamansız ayrılık neydi?
        Gerçekten gerekli miydi üzülmek şimdi?


Hasan BULUT
7 Temmuz 2012 Cumartesi 0 yorum

Yeter 2 Kelime

   Bir an öyle aklına gelirsem eğer. Hani olur da beni özlediğini hissedersen bir an. Söyleme bana tamam. Sen özle beni, özle yeter. Uzak düşersin benden. Tamam hiç haber etme senden, olur. Ama oralarda unutma beni sevdiğim. Unutma. Güzel gözlerinin önüne gelsin çirkin yüzüm. Hiç düşünmeden. Aklından bile geçirmeden, kalbinden geçip gelsin, dudaklarından dökülsün o 2 kelime; “Seni seviyorum.” De kendi kendine. Söylemesen de olur. O bana yeter. Korkuyorum çünkü. Korkuyorum yüreğimin yıkılan hayallermin altında kalmasından. Her an birlikte olmayı arzu ettiğimiz hayallerin.

   Umursama beni istersen, aldırma bile,

   Ama ben kalayım kalbinde,

   Şöyle küçücük, ufacık bi’ yerinde.

Hasan BULUT


Posted via Blogaway
5 Temmuz 2012 Perşembe 0 yorum

Hiç Kimse


              Korkar, ürkerim yalnız olmaktan,
         Hani bir kapıyı açar gibi,
         Bakmışım dünyalar benim olmuş,
         Sanki sen çıkıp gelmişsin gibi.

         Duymazsın ki sen beni bilirim,
         Umursamazsın beni, aldırmaz,
         Kalbinde yerli biri değilim,
         Sende bir yabancı, hiç kimseyim.


Hasan BULUT
 
Başka Nerde Yazar ki Bu Adam?

;